Osmanlı-Türk Modernleşmesi – 1900-1930
Type de publication et date de parutionOuvrage
Paru(e) le

Osmanlı-Türk Modernleşmesi – 1900-1930

Lien(s) externe(s) Yapı Kredi Yayınları
ISBN 13 978-975-08-1053-8

Okuyucu bu kitapta 1980 ile 1994 yılları arasında yayımladığım bir düzine makaleyi toplu halde bulacak. Söz konusu olan, bir kısmı genelleyici bir kısmı ise daha birikime dayalı, ama hepsi de aynı dönemi –Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç dönemi– ve aynı konuyu –Türk milliyetçiliğinin gelişimi ve ulusal Türk Devleti’nin kuruluşu– içeren çeşitli makaleler. Bu makalelerin ilki yirmi beş yıl önce, sonuncusu ise altı yıl önce yayımlandı. Bunlar çift yönlü bir araştırma deneyiminin sonucudur: 1970’li yılların sonunda İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nde (IFEA) öğrenci olduğum ve Yusuf Akçura hakkındaki tezimi1 hazırlarken üç buçuk sene Türkiye’de yaşama şansını elde ettiğim dönemde edindiklerim ve Paris’te Centre National de la Recherche Scientifique’deki araştırmalarımın ilk yılları süresince olgunlaşanlar. Makaleler, 1970-1980’li yılların tüm izlerini taşıyor; doğal olarak da eskimeleri kaçınılmaz. Yayımlandıklarından bu yana, içinde yaşadığımız dünyada ne çok değişimler oldu! Bizzat Türkiye’ye bakarak dahi bu kanıya varılabilir: 1980 darbesi, önce ekonomide, sonra daha yavaş bir biçimde politik yaşamda yaşanan liberalleşme; medyanın yaygınlaşması; Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, Ermeni sorununun tekrar gündeme gelişi; politik İslamın ve İslamiyeti talep eden partilerin yükselişi; politik alanda sesini duyurmaya başlayan çokseslilik; tüketim toplumunun gelişmesi; Avrupa Birliği’ne girmek için yapılan girişimler... Tüm bu çalkantıların ortasında zaman zaman tartışma konusu edilse de, Mustafa Kemal Atatürk’ün koruyucu imajı tahtta kalmaya devam ediyor. Türkiye’nin etrafında, jeopolitik çevresinde de çok çalkantılar yaşandı! Önce komşularda yaşanan savaşların etkileri, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Balkanlar’daki çatışmalar, Irak’ın işgali, S.S.C.B.’nin dağılması ve Türkiye çevresindeki yoğun sonuçları: Orta Asya ve Kafkaslar’da “kardeş” cumhuriyetlerin kurulması, Karadeniz’in ticarete açılması, Balkan ülkelerine giriş serbestliği. Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri ilk kez büyük bir imparatorluğun parçalanmasına tanıklık ettik. S.S.C.B.’nin kalıntıları üzerinde birbiriyle az çok bağıntılı ve yapay sınırları olan bir dizi “ulus devlet” ortaya çıktı. Gerçek bir imparatorluk ulusu olan Rusya bile Çeçen milliyetçiliğinin sertliğiyle karşı karşıya buldu kendini. Öte yandan, çokuluslu Yugoslavya şiddetli milliyetçiliğin patlamasıyla hızla parçalandı. Aynı zamanda, küreselleşmenin yeni bağlamında, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi eski ulus devletlerin sınırlarını geride bırakma isteği de kendini gösterdi. Kısacası, iki karşıt anlayışla ilerliyor gibi görünen bir yakın tarihle yüz yüzeyiz: Bir yanda ulus devletin ve ulusçuluğun her zaman yaşayacak olan modeli ile birlikte kendi içine kapanma; diğer yanda göçlerin, işgücünün yer değiştirmesinin, ticari değiş tokuşların, kültürel ilişkilerin, dünya turizminin uluslararası etkileri ve küreselleşmeyle birlikte dışa açılma. İmparatorluklardan kopuş ve ulusçuluğun ortaya çıkmasıyla ilgilenenler için bu yakın tarihin sağladığı ne çok ders var! Ulus olgusunu kavrayışımız da bundan zorunlu olarak etkilenmiş durumda; her şeyden önce ulusçuluk tarihini okuyuşumuz bulanıklaştı. Geçmişin coşku dolu ve yakın zamanın parlak ulusal destanları yerlerini şüphe ve sorulara bıraktı. Ulusçuluğun topluluklara uygulanan bir zor kullanım olduğu gayet açık. Birileri için bir ulus devlete ait olma kıvancı varsa, ulusçuluk diğerlerine –ister birey ister topluluk olsun birçok mensubiyete sahip olanları– kendilerini tek bir kimlikte tanımlamalarını ve taraflarını seçmelerini buyuruyor. Kendilerini tek bir tarih, bir kavim, bir din, bir dil, bir yurt vb ile özdeşleştirmelerine karar vermeleri gerekecektir. Bundan dolayı, ulusçuluk ötekine karşı kuşku ve güvensizlik çağını başlatır: Artık kilisede, sinagogda ya da camide sık sık görüştüğümüz komşumuzun, arkadaşımızın, kardeşimizin, dindaşımızın ya da kahve köşelerinde sohbet ettiğimiz arkadaşlarımızın sadakatinden emin değiliz. Ya o göründüğü gibi biri değilse? Ya o bir düşmansa – şu meşhur “içerdeki düşman”? Ulusçuluk harita üstünde kabaca sınırlar çizmezden önce, bireyler arasında görünmez –ve acı verici– sınırlar çizer. Buna bir de, özellikle eski sömürge imparatorluklarından doğmuş olan genç devletlerin durumunda, “ulusal düş kırıklığı” eklenir: yakın bir zamana kadar ulusal bağımsızlığın uyandırdığı düşler ve umutlarla karşılaştırıldığında şimdinin gerçekliklerine bağlı bir hayal kırıklığı duygusu. İster sömürgeciliğin mirası olsun ister imparatorlukların parçalanmasıyla oluşsun, ulus devlet modelinin hiçbir vaadini gerçekleştirmediğini kabul etmek gerekir. Kısacası, Freud’a öykünerek “ulus devletin huzursuzluğu”ndan söz edebiliriz. Ulusçuluğu algılayışımızı değişikliğe uğratan yalnızca bu çağcıl tarih değil; ama aynı zamanda yirmi yıldan bu yana ulus olgusu üzerine ileri sürülen yeni düşüncelerdir. İçlerinden yalnızca en önemlilerini anmak amacıyla, Benedict Anderson,2 Ernst Gellner,3 Eric Hobsbawm,4 Michael Billig5 ve daha yakın zamanda, Anne-Marie Thiesse’in6 yapıtlarını sayacağım. Ulusçuluk vizyonumuz artık değişti: Vurgu, daha çok ulusçu hayaller, kafa yapıları, toplumsal dönüşümler, dinin yeri, temsiller, özellikle de ulusun yerinin haritadaki temsilleri, miras kavramı, sembolik olan, “banal” bir ulusçuluğun günlük gazetelere sızması (Michael Billig) üzerine. Bu çalışmalar bize ulusun “doğal” değil, “kültürel”; ulusçuluğun ise bir yapılanma olduğunu hatırlatıyor: Eğer ulusçuluk süreklilikler üzerine dayanıyorsa, onları dönüştürmekte; eğer geleneklere başvuruyorsa, onları keşfetmektedir. Anne-Marie Thiesse, La création des identités nationales’de “Bir ulusun asıl doğuşu, bir avuç insanın onun mevcut olduğunu açıkladığı ve bunu kanıtlamaya giriştiği andır”7 diye yazar. Okuyacağınız bu makaleler eğer bir önem arz ediyorlarsa, bunun nedeni Türk ulusunun bu “asıl doğuşu”nun “an”ı üzerinde yoğunlaşmalarıdır. Bu an ne 8. yüzyılda Moğolistan’ın kuzeyinde Türk dilinde yazılmış olan Orhun Yazıtları’nın o uzak çağları, ne de Mustafa Kemal’in Anadolu’da yürüttüğü (1920-1922) Kurtuluş Savaşı yıllarıdır; 19. ve 20. yüzyılların dönemecinde “bir avuç insan”ın “ulusça” düşünmeye başladığı andır. Burada bu kişilerden, –pek de az olmayan– birkaçıyla karşılaşacağız: Ahmed Midhat, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Ziya Gökalp. Aynı zamanda bu yeni sözcülerin bildirilerini daha etkili kılmak üzere dergiler etrafında, kulüplerde, komitelerde nasıl toplanıp örgütlendiklerini; gelişmekte olan fikirlerini ve düşlerini, özellikle de bu yeni ulus projesinin ekonomi düzleminde harekete geçirilmesini göreceğiz. Demek ki Türk ulusçuluğu üzerine bakış açıları çok değişti. Olgunun tarihi bugün hafızayla karmakarışık bir halde. Aşırı yüklenmiş bir hafıza: Durum gereği “eski rejim” haline gelen Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan içe atılmış anılar yerini çok yönlü bir nostaljiye bıraktı. Bir köken, bir başlangıç noktası ve “anımsama mekânları” ihtiyacına cevap vermek için, ayrım gözetmeksizin Tanzimat, Jön Türk ve Cumhuriyet dönemlerine başvuruldu. Eski sararmış fotoğraflar, resimler, aile evrakı sandık köşelerinden çıkarıldı; hatıra kitapları kitapçıların vitrinlerini süsledi; biblolar ve elyazmaları açık artırmalarda ateş pahasına kapışıldı; 1850’li ya da 1930’lu yıllardan kalma eski yapılar özenli restorasyonların konusu oldu. Geçmişe duyulan bu bitmek bilmeyen tutku, hangi geçmiş olursa olsun, tarihi “ideolojisizleştirme”ye katkıda bulunuyor. “Önceki tarih” ile “sonraki tarih” arasındaki kopuşun reddini dile getiren bu tutku, aynı zamanda ulusun oluşum gerekçesi içinde görev almaktadır. Türk ulusçuluğunu kavrayış biçimimizdeki değişimleri görmek için, bu konuya ayrılmış bin sayfalık Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce8 adlı büyük bir kolektif cildin sayfalarını karıştırmak yeterlidir. Hiçbir şekilde çizgisel olmayan, aksine dolambaçlı, karmaşık ve sancılı bir yol çıkar karşımıza; savaşların rolü, Ermeni tehciri, nüfus mübadeleleri, azınlıkların kaderi gibi acı dolu sayfalar yeniden açılır. Türk milliyetçilik tarihinin özgünlüğü, diğerlerine göre daha yeni bir anlayışta, gözlerimizin önünde birkaç biçimde boy gösterir. Eski ataların araştırılması, tarihsel ve dilbilimsel tezlerin üretilmesi, folklorun kullanımı Anne-Marie Thiesse’in ifadesine yeniden dönecek olursak, Avrupa ulusçuluğu söz konusu olduğunda uzun bir sürece yayılan bu “özel liste”, burada yalnızca birkaç yıl içinde toplandı. Her ulusun tarihe gömülmüş mitleri vardır. Türkiye’nin durumunda ise –örneğin, Hititleri Türklerin atası sayan 1930’ların tarih tezini düşünelim– büyülenmiş bir şekilde sanki bir kimya laboratuvarındaymışçasına kökenlerin yeni bir çözümünün –yeni bir açıklamasının– hazırlanmasına ve gün ışığına çıkmasına tanık oluyoruz. Sonunda, milliyetçiliğin tarihi üzerine bu yeni bakış açıları –ki ulusu tarihsel bir yapılanma olarak ele alır– Osmanlı İmparatorluğu tarihini algılayışımızı değişikliğe uğrattı. Bu tarih, milliyetçi bakış açısı tarafından saptırılmıştır ve saptırılmaya devam etmektedir. Millet, en yetkin ulus; din, milliyetçi geleneğin koruyucusu; kültür, ulusal kültür; halklar ise ulusalcılık postu altında uyuşukluktan uyandırılmayı bekleyen pasif ve hareketsiz yığınlar olarak kabul edilmiştir. Türk ulusçuluğu üzerine sürdürdüğüm –bu yapıtta örnekleri bulunacak olan– ilk çalışmalarım sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun son on yıllık dönemine yoğunlaşarak, kendimi Osmanlı tarihinin bu kısıtlayıcı görünümünden kurtarmaya, ulus devletin ötesinde bir tarihi düşünmeye, bireylerin ve toplulukların çoğulcu bir dünyada yaşadıkları bir çağ hayal etmeye çabaladım. Ulusun ürünü olan bizler için –küreselleşmenin yan ürünü olmayı beklerken– düşünülmesi son derece güç bir dünya…

Partager ce contenu